Ana içeriğe atla

İşte Ben - 1

Hiç başınıza geldi mi? Beyninizin ön tarafının çalışmadığını hissettiğiniz oldu mu? Bir şarkı dinlemek istediniz, açtınız fakat kendinizi şarkıya veremediğniiz oldu mu? Şarkının sonuna kadar beklediniz ama şarkıyı hiç dinlemediğiniz oldu mu? Nerdeyse hiç haz almadan dinlemek istediğiniz şarkıyı bitirdiniz mi hiç? Ya hayallerinizin size kuru geldiği hiç oldu mu? Bir hayalinizde bir konserdesiniz, herkes aşağı yukarı zıplayıp eğleniyor, şarkıcılar kendilerini öyle kaptırmış ki saçları yüzlerinin önüne düşüyor ve ağlıyorlar fakat siz bu hayalde bile kendinizi veremiyorsunuz ve bir köşede sızlanırken yakalıyorsunuz kendinizi. Hayalinizde konsere birlikte gittiğiniz hayali arkadaşlarınız gibi olmak, onlar nasıl muhteşem bir uyum içinde eğleniyorsa ve nasıl güzel bir şekilde yaşıyorlarsa siz de öyle olmak istediniz mi hiç hayalinizde? Ya da şarkıcılar kadar muazzam olmak? Ya da başka bir hayal kurun. Mesela Manhattan, New York gibi büyük bir şehirde göklere uzanan binalardan birinin çatısındasınız öğlen vakti. Kocaman havalandırma makineleri, aşağıdan gelen havalandırma boruları var. Çatıdaki hemen her şey (kapı hariç) beyaz ya da beyaza çok yakın. Parmaklarınızı çapraz tellerinin arasından geçirdiğiniz tel örgü bile büsbütün beyaz. O kadar yüksektesiniz ki aşağıdaki trafiğin sesini duymuyorsunuz. Yukarıda yalnızca siz ve bazı büyük kuşlar var. Hava, ne bunaltan sıcak ne de durduran soğuk. Tam istediğiniz gibi. Gökyüzü masmavi ve gökyüzünde dağılmış kocaman tek bir bulut var sadece. Fakat kurduğunuz bu hayalde yine gördüklerinizi hissedemediğinizi fark ediyorsunuz. Sanki bu betimlemenin bir parçası olamıyorsunuz. Bu hayal, içinde yaşayan tek bir kişi olmadığından daha gelişemiyor ve öylece kalıyor. Bu yüzden donup kalan hayalden sıkılıp gerçeğe dönüyorsunuz. Odanızdasınız. Dinlenmeyi hak ettiğiniz için hep dinleniyorsunuz. Rahat rahat zihninizde kalabilin diye ışığı kapatmışsınız ve içerisini yalnızca yazı yazmak için açtığınız not defteri programının beyaz arkaplanı aydınlatıyor. Bir de eskiden dışarıya bakan, şimdiyse dört duvar arasındaki çirkin bir boşluk olan eski havalandırma boşluğuna karşı duran pencere camınız, güneş ışığının binbir çabayla o duvardan o duvara sekerek 4 kat aşağıya inen kalıntısıyla odanızı aydınlatıyor. Nerdeyse klostrofobik bir odanız var. Aslında böyle çirkin yerler sizi rahatsız eder fakat dolaplarınıza çocukluğunuzdan beri bağlı olduğunuzdan, Mickey Mouse gibi yıllarca size oda arkadaşlığı etmiş eşyalarınız olduğundan ya da çöp kutusu cam göbeği-lacivert gibi açık ve güzel renklerle süslendiğinden vb. ışıklandırması kötü olsa da dizaynını seviyorsunuz. Yoksa bu oda size distopik bir mekan olarak gözükürdü. İçinde durdukça psikolojiniz kötüleşirdi. Distopik, tüm bu yazıda anlatmak istediğim buydu. Distopik kelimesi distopyadan gelir ve burada biraz anlamını çarpıtarak kullandım. Benim size anlatmak istediğim kendim için tasarladığım ve öngördüğüm geleceklerin filozofların ütopya ve distopyalarına benzemesi. Çünkü tıpkı filozofların hayallerinde olduğu gibi benim hayallerimde de bir düzen, bir biçim var. Bu düzen, gelecekte nasıl hissediyor olacağımı anlatıyor. Yani benim hayallerim, gelecekteki duygularımın kesiti üzerine kurulu. Ve size bahsetmek istediğim distopik hayallerde, tarif ettiğim gibi duygusuzum. Bunun gerçek olmasından korkuyorum.

Öte yandan anlatmak istediğim iyi hayallerim var. Bunlar yalnızca duygu olarak varlar, kesitin içini biliyorum ama bu kesite nasıl varılır bilmiyorum. Bu yüzden bu kesiti görebildiğim zamanlara örnek verebilirim. Bir hayalimde "Little Busters!"tan Rin'le beraber akşam üzeri bir köprüden geçiyorduk. Akşam, sarının en güzel tonlarındaydı. Rin, sarı rengin karşısına geçmiş bana bakıyordu. Gökyüzü, tarif ettiğim atmosferi sarı rengiyle yaratıyordu. Köprü, evler, su yüzeyi, köprünün kaldırım taşları hep bu renkle aydınlatılıyordu. Rin'e baktığımda ne düşündüğünü görebiliyordum. Yine kendi içime düşmüş, konuşmakta ve yürümekte zorlanıyordum ve o da bunu görebiliyordu. Bunu yapmam onun için tuhaf bir şeydi ve bu can sıkıcıydı. Ama benden sıkılmıyordu. Beni bundan çıkarmak isterdi ama kafasına bunu takmadığından sadece hafif bir şaşkınlıkla bana bakıyordu. Ben bu durumdan tıpkı bahsettiğim konserde olduğu gibi rahatsızlık duyuyor ve Rin gibi olmak istiyordum. Fakat olamayacağımı bildiğimden canlarını sıkmamak için sorgusuz sualsiz Rin ve diğerlerinin söylediklerini harfiyen yapmak istiyordum. Keşke bana böyle olmamamı söyleyerek kendi canlarını sıkacaklarına böyle kabul etseler diye içimden geçiriyordum. Çünkü eğer canları sıkılırsa beni küçük görüp dışlarlardı.

Anlattığım hayal kötü olmaktan ziyada iyi fakat içinde bulunduğum o psikoloji yine kötü hayallerime ait. Buna rağmen bu hayal iyi çünkü o atmosferi hissedip kendimi gökyüzünün sarısına verebiliyorum. Aslında bu hayali ilk kurduğumda görsel efektlerle ilgili bir yazı okuduğumdan betimlediğim anlık fotoğrafta sağ ve sol köşeden küçük yıldızımsı beyaz parıltılar kayıyordu. Ve ben de Rin'e aslında kendimi verebiliyordum. Onun gibi olabiliyordum, nerdeyse tamamen. Sadece köprünün güzelliği bana Rin'in benden çok daha üstün ruhlu bir insan olduğunu hatırlattı ve kendimi değersizleştirdim. Öyle yapmamış olsaydım Rin'le yürümeye devam ediyor olurdum aynı şekilde ve Rin kafasını çevirip "Hiuh?" diyip "Yine ne oldu?" der gibi bakmazdı şaşkınlıkla. İşte Rin'in bahsettiğim şaşkın ifadesi bundan geliyor.

Beni anlamadınız. Düşüncelerinizi tahmin edebiliyorum, benim gibi insanlar içe dönük olurlar çünkü insanların kendilerine verecekleri tepkileri tahmin edebilirler. Öyle değil desek de anlamazsınız. Biz bazı şeylere öyle anlamlar veririz ki normal yaşayan biri günlük yaşamın bakış açısıyla baktığında beni animedeki gibi bir yaşam yaşamak istiyor olarak görür sadece. "Ama olmaz ki" gibi bir karşılık verir. Bildiğim şeyleri söyler, zaten beklediğim karşılıkları alırım, üstüne üstlük aşağılanırım. O yüzden küçüklüğümden beri temkinli bir şekilde konuşurum bu konularda. Görmediği şey şudur ki ben bunu zaten bilirim, farkında olduğumun da farkındadır fakat daha ilerisini düşünmeyip geçtiğinden farkında değilmişimcesine konuşur! Oysa ben bu hayallerden bir sanatçının tablosuna bakan insanlar gibi haz alırım. Üstelik bence sanatın değeri verdiği mesajın özlülüğüyle yani ne kadar geniş bir dünyaya sizi götürüyorsa o derece büyüktür, o derece anlamlıdır ve o derece haz verir. Öyleyse benim doğrudan iç dünyamdan gelen benim duygularımla harmanlanmış bu hayal yalnızca benim için çok büyük bir öz taşır ve ben bunun hemen hepsini anlarım. Bir sanat eserinin verdiği hazdan önemli bir eksiğiyse beni şaşırtamamasıdır. Sanat eseri içimizdeki nerde olduğu bilinmeyen bir duyguyu ansızın aydınlatarak bizi şaşırtır ve hatta gözlerimizin yaşarmasına neden olur. Aslında sanat eseri yalnızca özlü bir mesaj ileterek bizde haz uyandırmaz, bizdeki bir özü bulup ortaya çıkartarak da bizde haz uyandırır işte. Tüm bunların sonunda benim hayalim can sıkıcı yorumları hak etmez.

Size hayalimin verdiği hazdan ötürü önemli olduğunu söyledim. Fakat size ulaşmak istediğim geleceğe ait olduğunu da söylemiştim. O halde bir görsel roman içinde yaşamak istediğim doğrudur. Üst paragrafla çeliştiğimi söyleyecek olursanız, ben tabiikide o kişiye görsel romanda yaşamak istiyorum diye bu konuyu açmadım. O buna taktı. Görsel romanda yaşayamayacağımı biliyorum. Zaten diğer bazı hayallerimle çelişiyor. Realist, tutarlı ve bu isteğime uyan bir hayallerim de var. İşte onlar "gelecek hayalleri". Gelecek hayallerinde kurduğum çeşit çeşit tasarılarla kendimi istediğim yere oturtuyorum. Yakın zamanda 2 kez istediğim duygu kesitine gerçek hayatta, gerçek insanlar arasında ulaştım. Meğer hepsi moralime bağlıymış. Benim en gerçek (ve hedef olarak koyduğum) hayalimdeyse bu morali yaşatacak unsurlar eklemişim. "Aile Şirket" gibi bazı ifadelerle anlatabiliyorum bu hale kendisinden bahsetmesi zor hayali. Hayallerime kavuşmamda önemli olan "algı". Yani gerçek dünyayı, yaşanılanları nasıl yorumladığım. Buna bağlı olarak karakterim baştan değişiyor ve Rin ve arkadaşlarının gerçek bir üyesi olacak kadar iyi oluyorum. Hala bunu çocuksu bulabilirsiniz ama bu kez hayallere ve kurgulara dayanarak değil, tam olarak yaşadıklarıma dayanarak konuşuyorum. Ve eğer böyle yaşamak gerçekten mümkünse, bu hisler sürdürülebilirse korkarım siz, hepiniz korkunç bir gaflet içerisindesiz. Böyle olmak varken neden yıllarımı kötü ruh haliyle geçirdiğimi düşününce bunu bana insanların aşıladığını ve o insanların da ve benim gibi aşılanan çocukların da aynı ya da benzer, ağır ya da hafif aşı taşıdığını fark ettim. Benim durumum oldukça ağırdı. Takıntılı biri olduğum için söylenilenleri büyüttüm ve çevremdekilerle hemen hemen aynı aşıyla vurulmuş olmama rağmen etkisi bende daha sert oldu. Üstelik de kararlılığım, takıntılılığım ile aynı şekilde çalıştığından, yani kafama koyduğum bir düşünce, takıntılı bir düşünceyle aynı şekilde gerçekleştirildiğinden zor biri oldum. İşte bu yüzden bu "olmadık" hedefin peşindeyim ya. Sonuçta ne olursa olsun tüm bu geleceğe dair amaçlar, günümüzde kullanılan amaçlarla yan yana konulduğunda fazlasıyla fantastik.
Bana yapma demenin bir anlamı yok. Benim aklım bu şekilde şekillenmiş, aklıma bu yolda yürümeye devam ettirecek düşünceler geliyor. Yapma demek, doğru bulduğum düşüncelerin, toplam düşüncelerimin önemli bir kısmının öylece reddetmemi istemek demek. "Aklını kullanma" sözünün anlamını harfiyen düşünün. Kesinlikle kendi aklına göre hareket etmeyeceksin diyor. Sanki verilen planın dışında hiçbir şey yapma der gibi. "Tamamen benim verdiğim plana uyacaksın". İşte bu sözün kısıtlandırılmışı "yapma"dır. "Düşünme". Ki bu bana söylenen bir söz.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Katlanmak Nedir, İçine Atmaktan Farkı Nedir?

Birini kıracağım zaman, benden hoşlanan birine (artık nefret ediyor) ben de ondan hoşlandığım halde benden uzak durmasını söylemeyi düşündüğüm zaman ve diğer pek çok kendimdense bir başkasını düşündüğüm zaman yükü kendi sırtıma almayı seçtim, yalan söyledim, gerçeği gizledim, davranışlarım dahi yalandı. Kimseyi kırmamak için gerçekleri yalnızca kendime sakladım ve dizilerdeki gibi kendinden soğutma yöntemlerine başvurdum o kızı uzaklaştırmak için. Daha pek çok şey oldu hatta belki de Özdemir Asaf'ın "Çizik" şiirine farklı bir yorum getirdim. Bunları yaparken güvendiğim şey kendimdi, ben katlanabilirdim. İlk başta katlanabiliyorum sandım, açıkçası çok geç olana kadar katlanmanın bu olmadığını fark etmedim. Kötü şeyler olduğuna, yanlış anlaşıldığımda iç çekip doğru yaptığımı düşünüyor ve yoluma devam ediyordum. "İçine atmak" deniyor buna, katlanmak anlamına geliyor fakat katlanmakla benim bahsettiğim başka. İçinize attığınızda bir süre sonra dolarsınız daha fazla

Ben Saçma Bir İnsanım

Ben saçma bir insanım. Hayatım duygulara dayanmayan bağlantılara göre çalışıyor. Duyguları bir zamanlar her nasılsa yanlış bulup mantığa yöneldiğimden her şeyi anlamaya çalışan aklım formülleştirdiği yöntemlerle öğrendiklerimi maddeler halinde sıraladı. Sevdiğim bir insanı niye sevdiğime dair maddelerim var. Mesela bir örnek vereyim: Sen diğerleri gibi basit bir insan değilsin. Diğerlerinin muhabbetleri, esprileri sosyal medyadan ve alışılmış şeylerden gelir. "Ne kadar ... bir kız!" gibi ifadeleri değiştire değiştire tekrar tekrar kullanırlar ve buna gülerler. Sen onlar gibi değilsin. Diğerleri sırf öyle gördükleri için fakat içten öyle hissettikleri için değil nazik davranırlar çünkü bu onlar için bir alışkanlıktır. Böyle insanlardan bazen "Kırılmasın diye / Ayıp olmasın diye öyle dedim" gibi sözleri duyabilirsiniz. Sosyal kaygıdan yani toplumun kurallarının dışına çıkmaktan korktukları için nezaket gösterdikleri görülür. Sosyal bir sisteme dahildirler ve bu sist